Bilinmeyenlerle dolu Nemrut Dağı artık günümüz dünyasının 8. harikası olup, aynı zamanda da Adıyaman’ın geleceğe kazandırdığı bir UNESCO Dünya Mirası. Haydi gelin biraz yamaç tırmanıp zirvelere çıkalım, sessiz sedasız aşağıyı izleyen heykellerin yanına bağdaş kurup Nemrut’ta efsanelere dalalım. Manzarada Toroslar, Fırat Nehri ve iri bir portakal gibi yükselip batan güneş var. Daha ne olsun!
Sahi, Şanlıurfa’nın Balıklıgöl hikayesinde de karşımıza çıkıp Hz. İbrahim’e etmediğini bırakmayan zalim kral Nemrut kim, nedendir bu saf kötülük? Bir zamanlar bu dünyada gerçekten nefes almış mıdır, yoksa sadece masallarda mı yaşamıştır? Elbette bu çağın insanının net bir cevabı yok bu soruya. Ama apaçık ortada olan bir şey var ki kutsal kitaplarda adı geçiyor bu karakterin ve her birinde de ‘kötü’ olarak bahsediliyor. Hatta kibri de tıpa tıp firavunlara benziyor.
Tevrat’ta Nuh’un torunu olarak tanıtılan Nemrut, göklere doğru yükselen bir kule yapmak isteyen ama tanrının bunu hoş görmemesiyle halkı dünyanın dört bir yanına dağıtılan Babil İmparatorluğu’nun kurucusu olarak geçiyor. İslamiyet’te ise Hz. İbrahim’i ateşe atan, puta tapan ve tanrılarla yarışan bir kral olarak tanımlanıyor ama adı Nemrut olarak değil de inkarcı olarak anılıyor.
Nemrut Dağı ile ilgili anlatılan efsanelere gelince; buraya heykelleri yaptıran kişi Kommagene Kralı Antiochus! Nemrut’la ilişkisi ise muhtemelen kendini tanrıyla aynı seviyeye koyan ve dünyaya kafa tutan kibri. O her ne kadar ölümsüzlüğün peşinden koşsa da yakalayamamış. Kendisinden geriye şimdi taşlarla örtülmüş Tümülüs bir mezar ve tanrılarla oturup hoşbeş eden heykelinden kopup önüne düşen kocaman bir baş kalmış. Tabii bir de dilden dile dolaşan ve masal tadında dinlenen hikayeler…
Rivayet o ki, M.Ö 162 – M.S. 72 yılları arasında dağın olduğu bölge Kommagene Krallığı’nın himayesi altındaymış. Kommageneli Kral Antiochus baba tarafından Persler ile anne tarafından Büyük İskender’le akraba olduğu için her iki ırkın da tapınabileceği tek bir din yaratmak istemiş. Kendini Nemrut Dağı’nı merkez olarak seçtiği bu dinin kurucusu ilan edip, devasa bir tanrılar şehri olarak heykellerle donattığı alana bir de kendi heykelini ekletmiş. Böylelikle kendini tanrılarla bir tutup, dua etmek için gelenlerden bir dua da kendi kapmaya niyetlenmiş. Bir yandan ölümsüz olmak isterken bir yandan da ölümü de göz ardı etmemiş Kral Antiochus!
Heykeller ve tapınaklarla çevrilmiş bu anıtsal alanın bir köşesine de kendisi için bir mezar yaptırmış. Üzerinden binlerce yıl geçmiş olmasına rağmen alandaki Tümülüs’te olduğu sanılan lakin kazılırsa yıkılacağından korkulan kralın mezarı ve gizli yeraltı tünellerine halen ulaşılamamış. Olayın gizemi de işte burada, kral meçhul bir yerlerde sonsuz uykuda, heykeli ise taştan tanrılar arasında hala dünyaya tepeden bakmakta! Kral Antiochus ne kadar kostaklanıp güçten zehirlense de bir türlü tanrı olamamış ama her ölümlü gibi bir gün dünya sahnesinden çekildiğinde bıraktığı heykellerle tarihe adını yazdırmış. Sizce bu da bir nevi ölümsüzlük değil mi?
-Kral Antiochus, M.Ö. 34