Beni yakından takip edenler bilirler, her yolculuğa çıkmadan önce bir hayal noktam vardır. Bazen o hayal nokta tüm yolculuğun sebebi, bazen de sadece bir durağı olur. Geçtiğimiz yıl bayram tatillerinden birinde 9 günlük bir boşluk yakalamış ve bir arkadaşımın fotoğraflarında görüp vurulduğum Petra'yı sayıklar olmuştum.
Petra Ürdün'ün derinlerinde bir tarihi şehir... Kızıl kumlara gömüldüğü yerden bulunmuş, yaşadığı vadiyi turist akınına uğratan, hem doğa hem de insan harikası bir şehir.
Petra'ya gitmek için Türkiye'den yola çıkıp Suriye ve Ürdün'ün büyük bölümünü geçmek gerekiyordu. Yolculuğun tamamı başka bir yazının konusu olsun.
Arap ülkelerine girdiğimiz andan itibaren bize benzerlikleri kadar farklılarına da alışmaya çalışıyordum. Bizim pide ile lavaş arasında kalmış garip ekmekleri, bol şekerle demlenen çayları, tozları, pislikleri ile Ürdün'e inene kadar Arap kültürüne uyum sağlamayı başarmıştım. Krallarına fazlasıyla bağlı görüntüleri (ülkenin her yerinde kral ve bütün kraliyet ailesinin büyük boy fotoğraflarını görmek mümkün), zengin mutfakları, sıcakkanlı insanları, Türkiye ve Türkiye'de yaşayan insanlara karşı gösterdikleri sempati ve hayranlık hoşuma gitmişti. Avrupa'nın aksine Türkiye'den geldiğim için saygı görüyordum.
Sanıldığının aksine oldukça modern bir ülke Ürdün, Suriye'den daha fazla batılılaşmış, daha fazla yabancı turist alan ve turizm değerlerinin farkına varmış bir ülke.
Tek motosikletle iki kişi çıktığımız yolculukta yılda belki de sadece bir gün karşılaşılan bir sürpriz ile karşılaşmış ve çölde yağmura yakalanmıştık. Gece, yağmur eşliğinde ulaştık Petra'ya. Tarihi şehrin yakınlarında yüzlerce pansiyon ve otelden oluşan bir köy kurulmuş. Biz de orada kalıyoruz, Avrupa fiyatlarında ama Arap standartlarında bir otel. Köy son derece hareketli, sürekli tur otobüsleri, yerli ve yabancı turistler her yeri doldurmuş, önceden rezervasyonlu gitmekte fayda var.
Ertesi sabah erkenden tarihi şehrin kapısında alıyoruz soluğu. Giriş ücreti oldukça yüksek ama kesinlikle değer. Giriş kapısından vadinin girişine kadar bahşiş karşılığı at ile yolculuk yapılabiliyor, ancak danışma bilet fiyatına atla transfer dahil diye bilgi veriyor. Biraz ısrarla ücretsiz gitmek mümkün ;) Biz yürüyerek gitmeyi tercih ediyoruz, atları fotoğraflamak şehrin girişini iyice hissedebilmek için.
Kızıl derin bir yarığın içinden yürüyoruz, ilk şehir kalıntısını görmek bile buraya kadar geldiğime değmiş dedirtiyor. Sonrası bir masal, sonrası bir rüya... Derin vadinin içinde kayalara oyulmuş bir şehir...